7 Eylül 2010 Salı

müzik kutusu

her daim baş ucundan ayırmadığı müzik kutusunun kapağını tekrar açtı. Bu sabah, uyandığı anda kafasını çevirip
göz teması kurmuştu kırmızı kutuyla ama kapağını açmak için kalkıp ılık bir duş alması ve temiz kıyafetlerini giymeyi beklemeliydi.

nedense bu ritüeli her hafta tekrarlardı, -her pazar- diğer günler hiç yanına sokulmaz, görmezden gelirdi hatta,
parlak kırmızı kutuyu;

haftada bir, denemek için iyi bir zamanlamaydı, ayda dört yılda elliiki diye geçirdi içinden,

bozuk olduğunu kabullenemiyordu bir türlü, bunu kabullenmesi o güzel müziği tekrar duyması o balerini tekrar
görmesi demekti, ama bozuk olduğunu bir türlü kabüllenemiyordu işte, -bozuk olamazdı-

......

yine bir pazar ama farklı bir pazardı, giyinmeden yataktan kalkar kalkmaz, daha yatağın sıcağı sırtında dururken,
o minik kilidi kaldırıp kapağı hafifce kaldırdı, yine mağluptu...
ama bu sabah farklıydı herşey, giyinmeye dahi vakit yoktu,
sabırsız bir çocuk gibiydi koşa koşa çıktı evden iki eliyle sıkı sıkı tutuyordu, kırmızı kutusu hayatının en değerlisiydi,
bir kaç sokak geçti saatçinin kapısında durdu, nefes nefese kalmıştı,
saatçi daha yeni açılmıştı,
ihtiyar saatçi bir adama bir elindeki kutuya baktı, elini uzattı,
bir soruyu bile çok görmüştü, yüzünde minik bir gülümseme vardı,
usulca ters çevirdi kutuyu boynunda asılı duran anahtarı usulca yerleştirdi kutudaki minik yuvasına,
bir kaç tur çevirdi,

aldığı yere avuçların içerisine koydu usulca, kapağın altın sarısı kilidi gözlerini kamaştırıyordu sanki,
derin bir nefes aldı, kilidi usulca kaldırdı, kapağı hafifce araladı, mekanik bir "tık" ses geldi önce,
sonra o güzel müzik yükseldi kutudan, balerin döndü döndü, durdu....

nedense kendimi buluyorum son zamanlarda bu hikayenin bir kısmında, bir umuttur gidiyor içimde,
romantik kaygılar, şairane finaller mi arıyorum, -evet-

oysaki belimize kadar b.ka batmışız, yediğimiz yumruklardan ayağa kalkmayı unutmuşuz;
yoğun, kıvamlı bir sis bulutu nefes almamızı dahi güçleştiriyor sanki...

stadı "terk" ederken, hemen önümde ağlayan adam vardı,
bu romantizm mi? bilemedim ...
ama aşk olduğu kesindi işte,

sahanın en mahrem yeri olan filelerin içine o top düşmüştü bir kere...

-golden sonra-

bir an kendime geldim o uzun topta adamı savunmak yerine topu takip etmeliydi aydın, golden sonra kaleciye ters ters bakıp, formanı
çekelemekle sorun çözülmüyor artık,
hızlanan adımlar, sinirle yükselen homurtu, öfkeli kalabalık, ağlayan adam...

oysaki rakip ikinci devreye bir puana oynamayı tercih ederek başlamıştı, ama bizde bir tercih dahi yapılmamıştı;
tercih belki en başında yapılmıştır,

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder